Küçük bir deniz kasabasının kıyısında, denizin tuzlu kokusunu ciğerlerine çeken Burak, her sabah aynı kayanın üzerine otururdu. Elinde bir defter, kalbinde biriken kelimelerle... Yaşamak, onun için sadece nefes alıp vermek değildi; her bir dalganın kıyıya vuruşunda, martıların kanat çırpışında bir şiir bulurdu. Edebiyat, Burak'ın dünyayı anlama biçimiydi; kağıda döktüğü her dize, hayatın karmaşasını bir an olsun durduran bir sihirdi.
Bir sonbahar akşamı, kasabanın eski kütüphanesinde, sararmış sayfaların arasında Nazım Hikmet’in bir dizesine rastladı: “Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın...” Bu sözler, Burak'ın içinde bir kıvılcım yaktı. O an fark etti ki, yaşamak, her anı bir şiir gibi hissetmekti. Edebiyat, ona sevinçlerini ve kederlerini bir nakış gibi işleme sanatını öğretmişti. Acılarını kağıda döktüğünde hafifler, mutluluklarını yazdığında ise sonsuzlaşırdı.
Bir gün, kasabaya gelen bir gezginle sohbet ederken, Burak'ın defteri kadının gözüne çarptı. “Bu ne?” diye sordu gezgin. Burak gülümsedi, “Bu, benim yaşadığımın kanıtı,” dedi. Defteri açtı; içinde rüzgârın naif sesinden , bir çocuğun kahkahasından, yağmurun camdaki dansından ilham alan dizeler vardı. Gezgin, bir şiiri okurken gözleri doldu. “Sen,” dedi, “yaşamayı bir sanat yapmışsın.”
Edebiyat, Burak'a hayatın güzelliklerini fark ettirmişti. Şiir, ona her anın bir mucize olduğunu hatırlatıyordu. Yaşamak, onun için bir dize yazmak kadar zarif, bir hikâye anlatmak kadar güçlüydü. Ve o, her nefeste, bu sanatı sürdürmeye kararlıydı.